59. Haşr Suresi
Rahmân ve Rahîm (olan) Allah’ın adıyla…
1. Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tesbih etmektedir. O, üstündür, hikmet sahibidir.
2. Ehl-i kitaptan inkâr edenleri, ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin, kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah (O’nun azabı), onlara beklemedikleri yerden geliverdi. O, yüreklerine korku düşürdü; öyle ki evlerini hem kendi elleriyle, hem de müminlerin elleriyle harap ediyorlardı. Ey akıl sahipleri! İbret alın.
3. Eğer Allah onlara sürgünü yazmamış olsaydı, elbette onları dünyada (başka şekilde) cezalandıracaktı. Ahirette de onlar için cehennem azabı vardır.
4. Bu, onların Allah’a ve Peygamberine karşı gelmelerinden dolayıdır. Kim Allah’a karşı gelirse bilsin ki Allah’ın cezalandırması çetindir.
5. Hurma ağaçlarından, herhangi birini kesmeniz veya olduğu gibi bırakmanız hep Allah’ın izniyledir ve O’nun yoldan çıkanları rezil etmesi içindir.
6. Allah’ın, onlardan (mallarından) Peygamberine verdiği ganimetler için siz at ve deve koşturmuş değilsiniz. Fakat Allah, peygamberlerini dilediği kimselere karşı üstün kılar. Allah her şeye kadirdir.
7. Allah’ın, (fethedilen) ülkeler halkından Peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.
8. (Allah’ın verdiği bu ganimet malları,) yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan, Allah’tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah’ın dinine ve Peygamberine yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır.
9. Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.
10. Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!
11. Münafıkların, kitap ehlinden inkâr eden dostlarına: Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız; sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız, mutlaka yardım ederiz, dediklerini görmedin mi? Allah, onların yalancı olduklarına şahitlik eder.
12. Andolsun, eğer onlar çıkarılsalar, onlarla beraber çıkmazlar; savaşa tutuşmuş olsalar, onlara yardım etmezler; yardım etseler bile arkalarını dönüp kaçarlar, sonra kendilerine de yardım edilmez.
13. Onların içlerinde size karşı duydukları korku, Allah’a olan korkularından daha şiddetlidir. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.
14. Onlar müstahkem şehirlerde veya siperler arkasında bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir. Sen onları derli toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur.
15. (Onların durumu) kendilerinden az önce geçmiş ve yaptıklarının cezasını tatmış olanların durumu gibidir. Onlara acıklı bir azap vardır.
16. Münafıkların durumu tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana “İnkâr et” der. İnsan inkâr edince de: Ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım, der.
17. Nihayet ikisinin de sonu, içinde ebedî kalacakları ateş olacaktır. İşte bu, zalimlerin cezasıdır.
18. Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
19. Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.
20. Cehennem ehliyle cennet ehli bir olmaz. Cennet ehli, isteklerine erişenlerdir.
21. Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.
22. O, öyle Allah’tır ki, O’ndan başka ilah yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, esirgeyendir, bağışlayandır.
23. O, öyle Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.
24. O, yaratan, var eden, şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şânını yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.
BU SUREYLE İLGİLİ ÖNEMLİ BİLGİLER
Adı: Bu sure, adını 2. ayette geçen “Haşr” kelimesinden almıştır.
Nüzul Zamanı: Said bin Cübeyr’den (r.a) rivayet edildiğine göre, O, İbn Abbas’a Haşr Suresi’ni sorduğunda, İbn Abbas, “Bu sure, tıpkı Enfal Suresi’nin Bedir Savaşı hakkında nazil olması gibi, Benu Nadir ile yapılan savaş hakkında nazil olmuştur,” diye cevap verir. (Buhari, Müslim) . Said bin Cebeyr’den nakledilen başka bir rivayete göre, İbn Abbas, “Bu sureye Nadir Suresi de diyebilirsiniz” demiştir. Aynı görüş Mücahid, Katade, Zührî, İbn Zeyd, Yezid bin Ruman ve Muhammed bin İshak’tan da mervidir. Bu rivayetlerin hepsi de, surede sözü geçen Ehli Kitab’ın Benu Nadir olduğu hususunda ittifak halindedirler. Yezid bin Ruman, Mücahid ve İbn İshak’a göre sure tamamiyle bu savaş ile ilgili nazil olmuştur.
Bu savaşın ne zaman vuku bulduğu ile ilgili olarak İmam Zührî, Urve bin Zübeyr’den naklen savaşın Bedir’den 6 ay sonra vuku bulduğunu söylüyor. Ancak buna karşı, İbn Said, İbn Hişam ve Belâzurî, bu savaşın 4. hicrî yılın Rebi’ul-Evvel ayında vuku bulduğunu yazmaktadırlar ki doğru olanı da budur. Çünkü tüm rivayetler bu savaşın, Bîri Maune gazvesi sonunda vuku bulduğunda görüş birliği içindedirler. Yine Bîri Maune gazvesinin, Uhud Savaşı’ndan sonra vuku bulduğu tarihen sabittir.
Tarihsel Arkaplan:
Bu surenin muhtevasını daha iyi kavrayabilmek için, Medine ve Hicaz Yahudilerinin tarihine bir göz atılması gerekir. Çünkü bu bilinmeden, Hz. Peygamber’in (s.a.v) Yahudilere nasıl muamele ettiğinin sebeplerini anlamak çok güç olur.
Arabistan’daki Yahudiler ile ilgili olarak yazılmış güvenilir bir tarih çalışması bulunmadığı gibi, tarihleri hakkında bilgi sahibi olabileceğimiz kendi yazdıkları bir belge veya eser de yoktur. Arabistan dışındaki Yahudi tarihçi ve müellifler de onlar hakkında bir şey yazmamışlardır. Yazmayışlarının nedeni olarak da, onların genel Yahudi toplumundan koptuklarını, diğer Yahudilerle bir alakaları kalmadığını göstermektedirler. Bu bakımdan Arabistan dışındaki Yahudiler, onları kendilerinden saymazlar, zira Hicazlı Yahudiler İbrani kültüründen koptukları gibi, kültür ve hatta lisanları dahi Araplaşarak asimile olmuş ve İbranice’yi bile unutmuşlardı. 1. Miladi asra kadar Hicaz’daki hiçbir tarihi eser ve belgede, birkaç Yahudi ismi dışında, onlara ait hiçbir iz yoktur. Dolayısıyla Hicaz Yahudileri ile ilgili birçok bilgi, Araplar arasında yaygınlaşmış şifahî kaynaklara dayanır. Bu bilgilerin kaynağı da bizzat o dönemin ve o bölgenin Yahudileridir.
Arabistan’daki Yahudilerin iddialarına göre, kendileri, Hz. Musa’nın (s.a) son dönemlerinde Hicaz’a gelmiş ve orada yerleşmişlerdir. Bunu şöyle özetleyebiliriz: Hz. Musa, Yesrib (Medine) bölgesindeki Amalika kabilesine karşı bir ordu gönderip, onlara bu kabileden kimseyi hayatta bırakmamalarını emreder. Bu bölgeye gelen İsrail ordusu, Hz. Musa’nın emrini ifa eder ama çok yakışıklı bir delikanlı olan Amalika kralının oğlunu öldürmeyip yanlarına alarak, Filistin’e getirirler. Ancak onlar Filistin’e daha gelmeden Hz. Musa vefat ettiğinden, onun yerine geçenler, ‘Amalika kabilesinden hiç kimseyi hayatta bırakmamanızı size bir peygamber emretmişti. Oysa siz bu genci hayatta bırakmakla onun buyruğuna karşı gelmiş oldunuz’ diye bu orduyu suçlayarak toplumdan tecrid ederler. Onlar da bunun üzerine Yesrib’e (Medine) geri dönerek, oraya yerleşirler. (Kitab-ul-Ağani, cilt. 19 sh. 94) Böylece Yahudiler Arabistan’a 12 asır önce yerleştiklerini iddia etmiş oluyorlardı. Ancak bu iddiayı destekleyici hiçbir tarihi delil bulunamamaktadır. Muhtemelen Yahudiler eski ve yüce bir nesilden geldiklerine Arapları inandırabilmek için böyle bir hikayeyi uydurmuşlardır.
Yahudilerin bir başka rivayetine göre onlar M.Ö. 587′de Buhtun-Nasr’ın Beyt-i Mukaddes’i yakıp yıktığı ve Yahudileri dağıttığı bir dönemde birçok kabile Hicaz’a gelip Vadi’l-Kura, Teyma ve Yesrib bölgelerine yerleşmişlerdir.
HARİTA – I –
Yahudilerin yerleşim bölgelerini gösteren harita
(Fütuhu’l-Buldan, Belâzurî) . Ancak bu iddianın da tarihî bir mesnedi yoktur. Bu da muhtemelen yine Yahudilerin, yüce ve kadim bir nesil olduklarını kanıtlayabilmek için uydurdukları hikayelerden biridir.
M.S. 70′te Rumların, Filistin’de Yahudileri katlettikleri ve M.S. 132′de bir kısmını Filistin’den sürdükleri sabit olan tarihi gerçeklerdendir. Bu dönemde Filistin’den kaçan birçok Yahudi kabilesi, gelip Hicaz’a sığınmıştır. Çünkü, Güney Filistin, Arabistan’a yakındır. Böylece onlar Arabistan’a gelip, yeşillik bir bölgeye yerleşmişler, daha sonra da hileyle ve bilhassa tefecilik olan mesleklerini icra ederek yavaş yavaş buraları ellerine geçirmişlerdir. Eyle, Makne, Tebuk, Teyma, Vadi’l-Kura, Fedek ve Hayber hep onların eline geçmişti. Bu kabileler Benu Kurayza, Benu Nadir, Benu Kaynuka ve Benu Bahdal idi.
Medine’ye yerleşen kabileler içinde en meşhurları Benu Nadir ile Benu Kurayza’dır. Çünkü kahinlik ve dini liderlik bu kabilelerdeydi ve en soylu kabileler olarak kabul görülüyorlardı. Yahudiler Medine’ye geldiklerinde, onrada bulunan bazı Arap kabileleri üzerinde tahakküm kurarak, Medine’nin hakimi olmuşlardı. Bundan yaklaşık 3 asır sonra M.S. 450 ve 451 de büyük Yemen seli dolayısıyla (bu vak’a Sebe’ Suresi’nde zikredilmiştir) Sebe kavimlerinden bazı kabileler Yemen’den kaçıp Arapların bölgesine göç etmek zorunda kalmışlardı. Bu kabileler içinde Gassan’lılar Şam’a, Lahmi’ler Irak’a, Benu Huzaa Cidde ve Mekke arasında bir bölgeye, Evs ve Hazreç Medine’ye gelerek yerleşmişlerdi. Ancak Medine’ye Yahudiler hakim olduğundan, başlangıçta Evs ve Hazreç’e toprak vermişler ve bu iki Arap kabilesi de çöle yerleşmek zorunda kalmıştı. Sonunda Evs ve Hazreç’in ileri gelenlerinden bir şahıs, Şam’a yerleşmiş akraba kabile olan Gassan’lılardan yardım istemiş ve Şam’dan büyük bir ordu gelerek Medine’deki Yahudi gücünü kırmıştır. Bunun üzerine de Evs ve Hazreç kabileleri Medine’de tamamen hakimiyeti ele geçirmişler, iki büyük Yahudi kabilesi Benu Nadir ve Benu Kurayza, şehri terketmiş ve üçüncü kabile Benu Kaynuka da bu iki Yahudi kabilesiyle iyi geçinemediğinden şehir içinde kalmıştır. Ancak şehir içinde kalabilmek için Benu Kaynuka, Hazreç kabilesinin; buna karşı şehrin çevresinde kalabilmek için Benu Nadir ile Benu Kurayza da Evs kabilesinin himayesi altına girmişlerdir.
Hz. Peygamber’in (s.a.) Medine’ye hicretinden önce ve hemen sonrasında Arabistan’da ve bilhassa Medine’de Yahudilerin durumu şöyleydi:
Yahudilerin dil, giyim, kültür, örf ve adetleri tamamıyle Araplaşmıştı. Öyle ki çocuğunun adı bile Arapçaydı. Hatta Hicaz’a yerleşmiş 12 Yahudi kabilesinden Benu Zavra’nın dışında hiçbir kabilenin adı İbranice değildi. İçlerinde birkaç alim dışında kimse İbranice bilmezdi. Cahiliyye döneminin Yahudi şairlerinin şiirleri ile Arap şairlerinin şiirleri dil, düşünce ve konu bakımından hiç farklı bir nitelik taşımazdı. Yahudiler ile Araplar aralarında kız alıp veriyorlardı. Aslında, onlarla Araplar arasında dinleri dışında bir fark vardı denemezdi. Ama buna rağmen Arapların içinde tümüyle asimile olmamışlar ve inatla Yahudilik şuurunu devam ettirmişlerdi. Zahiren Araplaşmalarına gelince, Arabistan’da kalabilmek için başka çareleri yoktu.
Bu zahirî Araplaşma nedeniyle yanılan bazı müsteşrikler, onların aslen Yahudi olmadıklarını ve Yahudiliği kabul etmiş Araplar olduklarını veya en azından çoğunluğu Yahudi Arapların teşkil ettiğini sanmışlardır. Fakat Yahudilerin Arabistan’da kendi dinlerini yaymaya çalıştıklarını veya onların alimlerinin, Hıristiyan papazları gibi Araplara Yahudilik propagandası yaptıklarını gösteren hiçbir tarihi delil yoktur. Aksine Yahudilerde millî gurur ve tekebbürün olduğunu açıkça müşahede edebiliyoruz. Bu yönden Araplara “Centile” (Ümmî) yani vahşî ve cahil diyorlardı. Onlar ümmilerin Yahudiler gibi insani haklara sahip olduklarına inanmıyor, ümmilerin mallarının meşru veya gayri meşru yolla elde edilebileceğini, onların malını almanın Yahudilere helal olduğunu sanıyorlardı. Arapların ileri gelen bir kaçı dışında, diğer Arapların Yahudiliğe girip, kendileriyle eşit olacaklarına ihtimal dahi vermezlerdi. Birkaç kişinin Yahudiliğe girdiğini gösteren özel vak’alar dışında herhangi bir Arap kabilesinin ya da Arap büyüğünün Yahudiliğe katıldığına dair hiçbir tarihi delil yoktur. Üstelik Yahudilerde dinlerini tebliğ etme gibi bir merak yoktu, onlar sadece ticaretlerini düşünüyorlardı. Dolayısıyla Arabistan’da Yahudilik bir din olarak yayılmamıştı ve birkaç kabilenin milli gurur aracı olmaktan öte bir anlam taşımıyordu. Ancak yine de Yahudi bilginler muskacılık, sihir, müneccimlik gibi meslekleri bir kazanç aracı olarak kullanmış ve Araplar arasında kendilerine bilgin ve kahin şeklinde bir yer edinmişlerdi.
Arap kabilelerinin karşısında ekonomik bakımdan Yahudiler daha güçlüydüler. Çünkü onlar, Filistin ve Şam gibi gelişmiş bölgelerden geldiklerinden, Araplar’ın bilmediği bir çok mesleklere sahiptiler. Ayrıca onların Arabistan dışındaki dünya ile de ilişkileri bulunduğundan, Medine’den ve Arabistan’ın kuzey bölgesinden buğday ithal edip hurma ihracaatı yapıyorlardı. Tavukçuluk ve balıkçılık ellerinde olduğu gibi, kumaş da dokuyorlardı.
Yer yer meyhaneler açmışlardı ve Şam’dan şarap getirip buralarda satıyorlardı. Benu Kaynuka, genelde meslekleri olan kuyumculuk, demircilik ve madeni eşya imalatı ile uğraşıyorlardı. Bununla pek yüksek kârlar elde ediyorlarsa da asıl gelir kaynakları tefecilikti. Öyle ki tüm Arabistan’da muazzam bir tefecilik şebekesi kurmuşlardı ve böylelikle Arapları tuzaklarına düşürüyorlardı. Özellikle kendilerinden borç alarak, şan ve şöhretlerini artırma hastalığına yakalanan Arap kabile reisleri Yahudilerin tuzağına düşmüştü. Bunlar yüksek faizlerle Yahudilerden borç alıyorlar ve Yahudiler de buna kat kat faizi ekleyerek onları kendilerine bağımlı kılıyorlardı. İşte bu yüzden Araplar, ekonomik bakımdan müthiş bir mali kriz yaşıyor ve dolayısıyla Yahudilere büyük kin ve nefret besliyorlardı.
Yahudiler ticarî ve malî çıkarları gereğince, Araplardan hiçbir kabileyi, başka bir kabileye karşı desteklemezlerdi. Ayrıca Arapların kendi aralarında savaşmaları onların işine geliyordu. Çünkü onlar, Arapların bir araya gelmeleri halinde, tefecilik yoluyla kazandıkları bunca verimli araziyi, bağ ve bahçeyi kendilerine bırakmayacaklarını biliyorlardı. Bunun yanısıra her Yahudi kabilesi, kendilerine saldırmasından korktukları başka bir kabileye karşı, güçlü bir Arap kabilesinin himayesine girmişti. Dolayısıyla zaman zaman bir Arap kabilesine karşı savaşan müttefikine yardım uğruna, karşı kabilenin müttefiki olan bir başka Yahudi kabilesi ile de savaşmak zorunda kalıyorlardı. Medine’de Benu Kurayza ve Benu Nadir kabileleri Evs Kabilesiyle, Benu Kaynuka da Hazreç kabilesiyle müttefikti. Hicretten bir süre önce, Evs ve Hazreç kabileleri arasında, Buas mevkiinde çok şiddetli bir savaş vuku buldu ve müttefik kabileler birlikte savaştılar.
İşte bu şartlar içerisinde İslâm Medine’ye ulaştı ve Hz. Peygamber (s.a) (s.a) hicret ederek, orada İslâm devletini kurdu. Hz. Peygamber (s.a) devleti kurduktan sonra ilk iş olarak, Evs, Hazreç ve Muhacirleri bir araya getirerek orada bir toplum oluşturmuştur. İkinci iş olarak, bu Müslüman toplum ile Yahudiler arasında açık bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmanın şartları gereğince, hiç kimsenin bir başkasının hakkını yemeyeceği ve dış düşmana karşı Medine’nin birlikte savunulacağı karara bağlanmıştır. Bu anlaşmaya göre, Yahudiler ile Müslümanların birbirlerine karşı sorumlulukları şu şekilde belirlenmiştir.
“Yahudiler kendi savaş masraflarını kendileri karşılayacaklardır. Taraflar, bir saldırı olması halinde, birbirlerine yardım etmeye zorunludurlar. Birbirlerine iyi niyetli davranacaklar, hak ve iyilik için yardımlaşılacak, kötülük ve günah için değil. Birbirlerine zulmetmeyeceklerdir.
Mazlumlar korunacaklardır. Şayet savaş uzarsa, yapılan masrafa taraflar ortak olacaklardır. Bu antlaşmayı yapanlara Medine’de fitne ve fesad çıkarmak yasaktır. Fesat çıkma ihtimali olan bir anlaşmazlıkta kararı, Allah’ın Kitabı’na göre Muhammed verecektir. (…) Kureyş ve müttefiklerine hiç kimse destek çıkmayacaktır. Medine’ye dışarıdan bir saldırı olması halinde müttefikler birbirlerine yardım edeceklerdir. (…) Taraflar kendi bölgelerinin savunmasından kendileri sorumludurlar.” (İbn Hişam, cilt: 2, sh: 147-150)
Bu kesin ve açık bir anlaşmaydı ve Yahudiler bu antlaşmayı kabul etmişlerdi. Fakat çok geçmeden, Hz. Muhammed’e (s.a) , İslâm’a ve Müslümanlara karşı düşmanca bir tavır takınıp, zamanla düşmanlıklarını artırdılar. Bu tavırları üç nedene dayanmaktaydı:
a) Yahudiler, Hz. Peygamber’i (s.a) herhangi bir kabile reisi gibi görmek istiyorlar ve bunun siyasî bir antlaşma olduğu fikrinden hareketle, her iki tarafın da bu antlaşmayı kendi dünyevî çıkarları için yaptığını sanıyorlardı. Ancak Hz. Peygamber’in (s.a) Allah’a, Peygamberlere, Kitaplara, Ahirete (onların peygamber ve kitapları da dahil) iman etmeye Tevhid’e ve Allah’ın hükümlerine itaate, ilâhî sınırların içinde kalmaya, tıpkı kendi peygamberlerinin çağırdığı gibi davet ettiğini görünce, bu onlara çok ağır geldi ve bu evrensel hareketin başarılması halinde, dinî ve millî gururlarının kırılacağından korktular.
b) Evs, Hazreç ve Muhacirlerin arasında bir kardeşliğin tesis olunduğunu ve civardaki Arap kabilelerinden İslâm’ı kabul edenlerin bu kardeşliğe katılmak suretiyle bir toplum vücuda getirmeye başladıklarını görünce, asırlardır Arap kabileleri arasında nifak çıkararak menfaat sağladıklarını fakat şimdi bu dinin Arapları bir araya toplayarak, bir güç haline getirdiğinden, artık eski oyunlarını sürdüremeyeceklerini anladılar.
c) Hz. Muhammed’in (s.a) getirdiği dini, ahlâkî ve sosyal kanunlar, tefecilik yoluyla kazandıklarını gayr-i meşru kazanç olarak ilan ediyordu. Bu yüzden Yahudiler, Hz. Muhammed’in (s.a) Araplar üzerinde bir hakimiyet sağlaması halinde, bunun kendilerinin sonu demek olacağını düşünmeye başladılar.
Tüm bu nedenler dolayısıyla Hz. Peygamber’e (s.a) karşı çıkmak, artık Yahudiler için milli bir dava görünümü kazanmıştı. Öyle ki onun yenilmesi için her türlü yola baş vurmaktan kaçınmıyorlardı. Hz. Muhammed (s.a) hakkında birçok yalan, iftira ve kuşkular ortaya atarak, bunları çevreye yayıyorlar ve böylece şüpheye düşüp bu dini terketmeleri için İslâm’a girenleri yanıltmaya çalışıyorlardı.
Hatta kendileri önce İslâm’a giriyor, sonra da dönüyorlardı, ki böylece “Demek ki bu işte bir bit yeniği var. Yoksa bunlar Müslüman olduktan sonra, dönmezlerdi” diye düşünerek halkta Hz. Peygamber (s.a) ile ilgili olarak yanlış kanaatler uyanmasını istiyorlardı. Fitne çıkartabilmek için münafıklarla işbirliği yapıyorlardı ve İslâm düşmanı kişi ve kabilelerle irtibat halindeydiler. Müslümanlar arasında fesat çıkarabilmek için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlardı. Bu hususta özellikle Evs ve Hazreç kabilesini hedef almışlardı, zira onlarla uzun bir süre müttefik olmuşlardı. Aralarında yeniden savaş çıkıp İslâm’ın kendilerine bağışladığı kardeşliğin parçalanması için bilhassa Buas Savaşı’na tekrar tekrar değiniyorlardı. Ayrıca Müslümanları ekonomik bakımdan perişan edebilmek için adeta çırpınıyorlardı. Öyle ki, alışveriş yaptıkları biri, İslâm’ı kabul ederse eğer, ona zarar verebilmek için her türlü yola baş vuruyorlardı. Bir Müslümandan alacakları varsa, bunu hemen tahsil etmeye çalışıyor ve böylelikle o Müslümanı zor duruma düşürüyorlardı. Yok eğer borçları varsa, ödememek için borçlarını inkar ediyorlar ve “Biz senden borç aldığımızda sen başka dindeydin, şimdi ise, dinini değiştirdiğinden bizden alacağını istemeye hakkın yoktur” diyorlardı. Bu konudaki bir çok örneği Ali İmran Suresi’nin 75. ayetinin açıklama notunda, Taberi, Nisâburî, Taberanî ve Alusî’den naklen zikretmiştik.
Yahudiler, antlaşmaya karşı bu açık açık düşmanca tavırlarını Bedir Savaşı’ndan önce takınmışlardı. Bedir Savaşı’nda Hz. Peygamber (s.a) ve Müslümanlar Kureyşlileri mağlup edince, bu sefer düşmanlıkları daha da artmıştı. Çünkü onlar Müslümanların Kureyşliler karşısında yenileceklerini ve böylece yok olacaklarını sanıyorlardı. Bu yüzden de İslâm’ın Bedir’deki galibiyet haberi gelmeden önce Medine’de çevreye asılsız bir haber fısıldayarak Hz. Peygamber’in (s.a.) öldürüldüğünü, Müslümanların yenildiğini ve Kureyş ordusunun Ebu Cehil komutasında Medine’ye doğru ilerlediğini yaydılar. Ancak olayların beklentilerinin aksine gelişmesi, onları müthiş derecede öfkelendirmişti. Benu Nadir’in Reisi Ka’b bin Eşref bunun üzerine, “Allah’a yemin ederim ki, Muhammed Kureyş’in ileri gelenlerini öldürmüşse eğer, yerin altı bizim için yerin üstünden daha iyidir.” demiş ve daha sonra Mekke’ye gidip öldürülen Kureyşli liderlerin ardından kışkırtıcı şiirler okuyarak intikam almaları için Mekke’lileri tahrik etmeye çalışmıştı. Medine’ye döndükten sonra da öfkesini bastırmak amacıyla Müslüman kız ve kadınlar hakkında aşk şiirleri okumaya başlamıştı. En sonunda onun bu fesat ve ahlaksızlığından bıkan Hz. Peygamber (s.a) Hicri 3. yılın Rebi’ul-Evvel ayında Muhammed bin Mesleme el-Ensarî’yi gönderip onu öldürtmüştür. (İbn Sa’d, İbn Hişam, Taberi)
Bedir Savaşı’ndan sonra antlaşmayı ilk ihlal eden Yahudi kabilesi Benu Kaynuka, Medine içinde bir mahallede yaşıyordu. Kuyumculuk, demircilik ve madeni eşya imalatı ile uğraşıyorlardı. Bu bakımdan Medine’liler, onlarla sürekli alışveriş yaparlardı. Beni Kaynuka Yahudileri cesaretlerine çok güvenirlerdi. Demircilik yaptıklarından, onlarda yetişen her çocuk silahlıydı. İçlerinde savaşabilecek durumda en az 700 silahlı muharip bulunuyordu. Bunun yanısıra onlar Hazreç’in eski müttefiki olmalarına da güveniyorlardı. Nitekim Hazreç kabilesinin Reisi Abdullah İbn Übey onları destekliyordu.
Benu Kaynuka Yahudileri Bedir Savaşı’ndan sonra, çarşıya gelen Müslümanlara eziyet etmeye başlayacak kadar kudurmuşlardı. Hatta bir gün çarşıda Müslüman bir kadını soymuşlardı. Bunun üzerine büyük bir fırtına koptu ve çıkan hadisede bir Müslüman ile Bir Yahudi öldürüldü. İş bu noktaya gelince, Hz. Peygamber (s.a) bizzat, Yahudilerin mahallesine gitti ve onları toplayarak yola gelmeleri için onlara nasihat etti. Fakat buna rağmen onlar, “Ey Muhammed, sen bizi o öldürdüğün savaş bilmeyen Kureyş mi sanıyorsun. Bizimle savaşmaya yeltenirsen, cesaretin ne olduğunu görürsün!” şeklinde bir karşılık verdiler. Bu sözler oradaki antlaşmayı bozmak ve açıkça bir savaş ilanı demekti. En sonunda Hz. Peygamber (s.a) Hicrî 2. yılın Şevval (başka bir rivayete göre Zi’l-Kade) ayında onların mahallesini abluka altına aldı ve 15 gün süren abluka sonunda teslim oldular. Müslümanlarla savaşan tüm Yahudi savaşçıları esir alındılar. Abdullah İbn Übey’in onların affı için şiddetle ısrar etmesi üzerine, Hz. Peygamber (s.a) onun isteğini kabul etmiş ve tüm mal, silah ve sanayi aletlerini bırakarak Medine’yi terketmeleri şartıyla Benu Kaynuka’yı serbest bırakmıştı. (İbn Sa’d, İbn Hişam ve Taberi)
Beni Kaynuka’nın Medine’den çıkarılması ve Kab bin Eşref’in öldürülmesi gibi iki sert tepkiden sonra, bunlar Yahudileri öyle korkuttu ki hiçbir kötü davranışta bulunmaya cesaret edemediler. H. 3. yılın Şevval ayında Bedir’in intikamını almak amacıyla Kureyşliler Medine’ye saldırmak için büyük bir hazırlık yaptılar ve Medine’ye doğru yola koyuldular. Kureyş’in 3.000 askerine karşı Hz. Peygamber’in (s.a.) 1.000 asker çıkarabildiğini ve bunlardan 300 münafıkın geri döndüğünü gören Yahudiler, Müslümanlara yardım etmeyerek antlaşmaya ilk defa açıktan karşı çıktılar. Oysa yapılan antlaşma gereğince Medine’yi Müslümanlarla birlikte savunmak zorundaydılar. Üstelik Müslümanların Uhud Savaşı’nda büyük bir zarara uğradıklarını görünce Yahudilerin cesaretleri iyiden iyiye artmıştı.
Öyle ki Benu Nadir, Hz. Peygamber’e (s.a.) , suikast tertiplemiş, fakat hain planları başarısız kalmıştı. Bu vak’a şöyle olmuştur: Bir-i Maune gazvesinden sonra (Hicrî 4. yılın sefer ayı) Amr bin Umeyye Demri, intikamını almak isterken yanlışlıkla Hz. Peygamber (s.a) ile müttefik olan Benu Amir’den iki kişiyi öldürür. Amr, onları kendi düşmanları zannedip öldürdüğünden dolayı maktüllerin fidyesini vermek Müslümanlara vacip olmuştu. Benu Amir ile Benu Nadir’in de müttefik olması nedeniyle Hz. Peygamber, yanına birkaç kişi alarak, fidyeye iştirak etmelerini sağlamak amacıyla Benu Nadir’in mahallesine gider. Hz. Peygamber (s.a) oraya varınca, Yahudiler onu meşgul etmek için lafa tutarlar ve bu sırada Hz. Peygamber’in (s.a.) önünde oturduğu duvarın damına çıkardıkları bir adamı büyük bir taşı Hz. Peygamber’in (s.a.) üzerine atması için görevlendirirler. Ancak o adam daha harekete geçmeden önce Allah, Peygamberini haberdar eder ve Hz. Peygamber (s.a) de hemen oradan ayrılarak Medine’ye döner.
Artık bundan sonra onlara hüsnüniyetle davranmanın bir anlamı kalmamıştı. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a) hemen bir ültimatom göndererek, “Yapmak istediklerinizi öğrendim. Dolayısıyla 10 gün içinde Medine’yi terkedin. Bundan sonra sizlerden orada kim ele geçerse öldürülecektir” diye Yahudilere kararını bildirmiştir. Abdullah İbn Ubey’in kendilerine, “İkibin kişiyle ben size yardım ederim. Benu Kurayza ve Benu Gatafan da yardıma gelecekler. Hiç taviz vermeyin ve yerinizi terketmeyin” şeklinde bir haber göndermesi üzerine, Hz. Peygamber’e (s.a) , ne yaparsa yapsın Medine’yi terketmeyecekleri cevabını verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber’de Hicrî 4. yılın Rebi’ul-Evvel ayında onları kuşatma altına alır ve birkaç günlük (bazılarına göre 6 gün, bazılarına göre 15 gün) muhasaradan sonra, silahları dışında develerine yükleyebildiklerini yanlarına almak şartıyla Medine’yi terketmeye razı oldular. Böylece aralarında İslâm’ı seçip kalan iki kişi dışında, bu ikinci yahudi kabilesi de Medine’yi terketmiş ve Şam ve Hayber’e doğru gitmişlerdir.
İşte Haşr Suresi’nde, bu olay hakkında mütealalar yapılmıştır.
Konu: Surenin konusu, yukarıda da açıklandığı gibi Benu Nadir ile yapılan savaş hakkındaki yorumları ihtiva etmektedir. Surede konular toplam dört başlık altında incelenmiştir:
1-4- İnsanlar Benu Nadir’in akibetinden ibret almaya davet edilmişlerdir. Sayıları, mal ve servetleri Müslümanlardan kat kat fazla olan, sağlam kaleler içinde korunan büyük bir kabile bile birkaç günlük kuşatmaya dayanamamış, hiçbir ölüm hadisesi olmaksızın asırlardır oturdukları ev ve yurtlarını bırakıp, gitmeye razı olmuşlardır.
Burada Allah Teâlâ bunun Müslümanların kendi güçleri nedeniyle olmadığını, fakat onlar Allah ve Rasulü’ne karşı geldikleri için böyle bir akıbetle karşılaştıklarını vurgulamaktadır. Kim Allah’ın gücüne karşı çıkarsa, sonu böyle olur.
5- Bu bölümde bir takım savaş kaideleri beyan edilmiştir. Düşmanın bölgesinde savaş nedeniyle tahribat yapmak, yeryüzünü ifsad etmek değildir.
6-10- Bu bölümde de, bir ülkenin arazi ve servetinin gerek savaşarak, gerekse savaşmadan ele geçtiğinde, nasıl idare edileceği anlatılmıştır. Çünkü ilk defa Müslümanların eline fetholunmuş bir bölge geçmişti.
11-17, Bu bölümde münafıkların Benu Nadir ile savaş esnasında takındıkları tavır mütalaa edilmiş ve böyle davranmalarının asıl nedenleri irdelenmiştir.
18-24- Son bölümde, mümin olduklarını iddia edip Müslümanların arasına giren, ama iman ruhundan yoksun kimselere seslenilmektedir. Onlara şöyle deniliyor: “İmanın asıl iktizası takva ve fısk arasındaki farkı bilebilmektir. Kendisine inandıklarını iddia ettikleri Kur’an’ın önemi nedir? Ve kendisine inandıklarını iddia ettikleri Allah’ın sıfatları nelerdir?” (Tefhimü’l-Kur’an, Mevdudi)